Özümüz ve Aydınlarımız (TR)

Eğer bir nesli geçmişinden koparırsak (geçmişten maksadım toplumun sahip olduğu maneviyatın tamamıdır) sadece varlık sahibi bir insan olur; zira onun mahiyetini istediğimiz şekilde yaparız. Özünün sahip olduğu güzellik ve faziletleri çirkin ve menfur hisseden ve yabancısı olduğu çirkinlik ve nefretleri de güzel ve taklit edilebilir gören bir nesil meydana gelir; kendisiyle irtibatı kopan, yabancı ile, yabancı kültür vesilesiyle aline olmuş bir nesil ortaya çıkar.

Ancak keşke! Keşke sadece bu işi yapsalardı ve sadece bu neslimizin geçmişiyle ve kendisiyle bağını koparsalardı, bütün güzellikleri, maneviyatları ve diniyle bağını koparsalardı; ama koparmadılar. Bizim geçmişimizle bağımızı gerçekten koparmamızı istemiyolar. Nasıl istemiyorlar? Eğer biz geçmişimizle sadece ayrılırsak, geçmişimize karşı tarafsız, dinimize karşı şuursuz insanlar oluruz; fakat böyle olsun istemiyorlar. Biz kendimizden bıkmış olmalı, bize Batılıdan bağımsız insani şahsiyet veren şeye kinci düşman olmalıyız; dinimizi, geçmişimizi, tarihimizi, övüncümüzü, sanatımızı, kendimize özgü estetik ve zevkimizi hissettiğimiz zaman hakaret hissine kapılmalıyız. Niçin? Ben kendim soyum, ırkım, milletim, dinim, toplumum ve tarihimden aşağılık kompleksine kapıldığım zaman, her halükarda kendimi bütün bu bağlardan koparmakla, onun iradesine teslim olmakla yüz yüze geliyorum, hatta üstün bir insan olan onun köleliğini daha düşük insana bağlı olarak kendi yaşamımda bağımsız olmaya tercih ediyorum; görüyoruz ki tercih ediyorlar. Aydın ve tahsilli insanların Batılı biriyle tanışmaktan ve kendisinde ona bağlılıktan övünç duyduklarını; kendi dilini unutmuş olmaktan, örneğin imamın adını doğru bilmemekten, asla Kur’an’ın, dua ve Peygamberin ne anlama geldiğini bilmemekten, çok şükür hiçbir şey bilmemekten ve anlamamaktan, yirmi yaşının altı ayını Batıya gidip kendi dilini unutmuş olmaktan övünç duyduklarını görüyoruz; görüyoruz ki bilmemekten, anlamamaktan, yirmi yıllık dili altı ay zarfında unutacak kadar kabiliyetsiz ve bilinçsiz olmaktan iftihar duyuyor.

Doğu eğitimli, okur yazar ve bilgin biri, ama küçük ve kendisinden daha aşağı bir konumda bir Batılı karşısında aşağılık kompleksine kapılıyor ve küçülüyor. Bütün hedefi; ona benzeyeceği, asla Batılı olmadığına veya o şekilde yemek yemekten anlamadığına, bu şekilde elbise giymeyi bilmediğine, böyle bir zevk ve tabiatı henüz hatırlamadığına dikkat etmeyeceği bir iş yapmaktır. Bütün hedefi, kendisini ona benzetmek ve böylece bunun başka bir ırka, başka bir duruma ve başka bir dine ait olduğunu hissetmemektir. Bu şahsiyetsizlik, o insanın bunu kendisinden uzaklaştırmasının sonucudur. Dolayısıyla bu kendisini onun karşısında bir hiç olarak hissedip algılıyor (bir “hiç” ki var, ağırlık ve bedeni var, ama hiçtir).

Bizim tahsilli kendisini hiç olarak algılıyor; zira kendisinin bir kapitale, bir servete sahip olduğuna inanmıyor, muhtevadan uzak, kendisini yoksul addediyor, kendisini çirkin bir geçmişe, köhne bir dine, adi bir topluma, hakir bir ırka mensup hissediyor. Çünkü kendisine böyle göstermişler; her zaman kendisinden korkuyor, kendisinden kaçıyor, kendisini ona bağlıyor, zira ona göre o daha üstün bir ırktır. Evet, örneği de şudur: Sadece bizim modernistlerimiz, Batılı karşısında böyle boş, anlamsız, şahsiyetsiz ve aşağılık duygulara kapılan Batı hayranlarıdır. Ancak modernist olmayan, yerli olan, eski olan insanlar, kendi eski tip ve şahsiyetine bağlı insanlar, yabancı karşısında böyle aşağılık duygulara kapılmıyorlar, bilakis üstünlük duygusuna kapılıyorlar, yabancıyı küçük, basit, sıradan addediyor, kendilerini ise zeki ve akıllı görüyor; büyük bir kültüre, ihtişama, bol iftiharlı bir kültüre bağlı görüyorlar, kendilerini Batılıdan daha sağlam ve üstün addediyorlar. Niçin? Çünkü onlar, yerli muhtevadan, kendi asil ve orijinal muhtevalardan uzaklaşmamış, şahsiyet erozyonuna uğramamış, boşalmamışlardır; aksine doludurlar. Ne ile? Bütün tarihiyle; bütün İslam kültürü onun içinde dalgalanıyor; bütün İslam felsefesi, irfanı, edebiyatı ve kelamının dehaları onun düşüncesinde bilinçli bir biçimde vardır; bu büyük İslam kültüründe var olan on dört asırlık düşünce, ilim, zevk, iman, fedakarlık, hamaset, duygu ve maneviyat deryası, onun içinde yankılanıyor. O vakit bu ihtişam ve ululukla, bu vakar ve ağırlıkla kendisini buluyor. Dolayısıyla bir Batılı karşısında bulunduğunda, bu Batılının topu topuna dört yüz yıllık bir edebiyat ve tarihe sahip olduğunu görüyor. Bu nedenle de ona karşı üstünlük hissediyor. Fakat bizim kendisinden boşalmış modernist diplomalımız İslam denildiğinde, küçükken annesinin kendisine söylediği hurafeleri biliyor; sonra artık büyümüş, ama onun hakkında hiçbir şey bilmiyor; sonra doktor olmuş ama İslam dinini kendisini derleyip toparlayamadığı zamanlarda, kendisine söyledikleri kadar ya da İslam hakkında asla konuşma salahiyetine sahip olmayan kabiliyetsiz insanların kendisine birtakım meseleleri dinin talimatları diye öğrettikleri kadar bilip tanıyor; çocukken din hakkında o düzeyde bir şeyler öğrenmiş, sonra da unutmuş, bir şey de olmamış, bildiklerinin çoğu da yanlış imiş. Sonra büyümüş, yüksek ilimler tahsil etmiş, tabii ki bu yüksek tahsilini hep Batıda görmüş, yüksek ilimlerini hep Batıdan öğrenmiştir; kendisiyle ilgili de hiçbir şey bilmiyor; İslam hakkında bildiği ise genel bir dindir ve o da Batılıların yaptığı sövgüler bütünüdür. Kendi tarihinden, geçmişinden birkaç hoca, birkaç din adamı veya bilgin tanıyor. Böyle olunca da dinden bıkıyor, sıkılıyor, tarihinden usanıyor. Kültüründen bıkıyor, edebiyatından sıkılıyor. İslam’ı ona kim böyle tanıtıyor? Geçmişi ona kim böyle tanıtıyor? Kültür ve edebiyatımızı ona kim böyle tanıtıyor? Sadece onu kendisinden uzaklaştırmak, koparmak isteyen değil, aynı zamanda onun içini kendisinden nefretle doldurmaya çalışan kimse. Bir insanın kendisine karşı nefretle dolu olması için, ona ait olan şeyin, onun siması karşısında çirkin ve menfur resmedilmesi gerekir. Bundan dolayı tarihimizde var olan o kadar görkem ve güzellik yerine sadece nefret verici çirkinlikleri getirmişlerdir. İrfan ve edebiyatımızda var olan onca maneviyat, estetik ve güzellik içinden dilenci tarzı dalkavukluklar ve sufice sapıklıklar önümüze konulmuştur. Bir milleti bugün ihya edebilecek ve insanı şahsiyetle dolduran, güçlü ve yaratıcı kılabilecek onca yeni, akılcı, mantıklı ve ilerici etkenler ona kuru ve donuk talimatlar bütünü olarak gösterilmiş, onun beynine sokulmuştur; tabii ki onları tanısın diye değil, onlardan bıkıp usansın, nefret etsin diye. Bundan dolayı o bütün birikimlerinden kaçıyor ve başka birinin eteğine yapışıyor. O başkası kimdir? Böyle bir kaçışı önceden kasten onun için hazır gören kimsedir.

Bugün bilinçli aydınlarımızın atması gereken ilk ve en büyük adım olarak, böylece her türlü manevi ve fikri reform için ilk adım olarak ve birey ve toplumda her türlü kültürel, eğitimsel ve reformsal yapı için bir zemin ve öncül olarak telakki edilecek şey şudur: Onlar zekice, akıllıca ve bilimsel ve mantıklı programa göre bizi kendimize yabancılaştırdı; kendi maneviyat ve dinimize karşı sadece yabancı ve tanımaz yapmadı; ayrıca onlara meftun olalım, kendimiz onlar karşısında hakir, hor, zelil ve aşağı hissedelim, kendimize ait olan her şeyi mahkum bilelim, ama ona ait olan her şeyi taklit edelim diye düşman yaptılar. Biz de, aynı şekilde onların planladıkları bütün bu etken ve yolları, bizi kendimize yabancılaştırmak, bizi kendimizden uzaklaştırmak ve nefret ettirmek amacıyla ortaya koydukları programları düşünelim, tanıyalım ve o yollardan dönelim. Nereye? Öze, özümüze. Hangi öze? Geçmişte, bağımsız ve özgür insanın kendi zamanı açısından medeniyet, olgunluk, fazilet ve medeni toplum yaratıcısı yaptığını tecrübe ettiği öze ve insanların her zaman için diri olan, güzel olan aşkın ve yüksek sembollerinin yaptığını tecrübe ettiği öğretiye ve o öze dönelim.

Yorumlar